İlüstrasyon : Ece Gökalp
“Oysa bu sabah güneş doğudan doğmayarak en kışkırtıcı halindeydi, bugünün sert geçeği belliydi. Bunun beni yıka yıka, yok ede ede, tekrar doğuracağını hiç düşünmemiştim”
Herkesin dahil olduğu, kişisel egoların olmadığı bir mimarlık var mı?
Kendisinden ne kadar bahsetmesek de mimarlık kente ve yaşamımıza müdahil oluyor, üzerimizde iktidar kuran bir olguya dönüşüyor. Mimarlık ve mimarların büyük kısmı, geçmişten beri bir gücü temsil eder ve etrafımızda egosantrik bir atmosfer kurar. Kendi kurallarını koyar, kendi dilini oluşturur. Mimarlık, ihtiyacı olanın birinci elden ulaşabileceği, insanların nerdeyse yüzde doksanın ihtiyacının farkında bile olmadığı bir pratik..
Mimarlık ortamının içindekiler dışarıdaki dünyaya düzene sokulması gereken bir yer olarak bakar; çünkü değerli istisnalara rağmen okullardaki öğretiler bozulmaz kaideler şeklinde aktarılır. Böylece ego şişer, kimin için tasarlanıldığı, kime hizmet edeceği unutulur, başkalarının katılımına mahal verilmez. Peki ama mimarlık gerçekten bu kadar kutsal, ulaşılamaz ve karışalamaz mı?
Nasıl gerçekliklerimizi kendimiz inşa ediyorsak, bu iktidar da bir inşanın sonucu, mimarlığın ve mimarların sürekli içine üflediği bir ilüzyon balonu. Bu balonun içerisine her şeyi sığdırıp, meşrulaştırabiliriz. Devletlerin kendi görünürlüklerini mimarlık üzerinden kurmalarını, mimarlığın ruh halini yaşayanların fiziksel çevre hakkında çılgın kararlar vermelerinı, yıkılan binaların ardından yapılan romantik konuşmaları… Oysa ki mimarlık hali katılımcılıkla, ortak akıl ile daha iyiye gitmez mi?
Mimarlığın “en iyisini ben bilirim” durumu, insanların nasıl yaşayacaklarına, neler yapacaklarına karışır. Oysa kent dediğimiz sürekli değişir, insanlar değişir. Kente rasyonel , pozitif bilim yöntemleriyle yaklaşmak ne kadar doğru sonuçlar çıkartabilir ki? Ama boylarına göre küçük kalemli çoğu mimarın en sevdiği hobisidir.
Bugünlerde İstanbul’un dört bir köşesinde yeni projeler filizleniyor, inşa ediliyor, tartışılıyor. Kimisi eskiyi yeniden inşa edip Selçuklu mimarisine öykünen kamu binaları yapıyor, kimisi bir Venedik illüzyonunu metalaştırıp unutulmuş bir kent parçasında toplu konut inşa ediyor. Emek Sineması’nın, Haydarpaşa Garı’nın, benzer nitelikli tüm yapıların merkezinde, sağında solunda mimarlık ya da mimarlığın ruh haline bürünmüş karakterler kendilerini belli ediyor. Kent sürekli bir dinamizimin içinde, kentin fiziksel sınırlarını ne kadar haritada görsek de, mental sınırları sürekli oynuyor ve bu değişimdeki en geçerli parametre “insan” oluyor. İşte mimarlığın ruh halinin atmosferine ise “insan” dahil olamıyor. Orda bir yerde hakkında karar verilmesi gerek olarak kalıyor.
Böyle bir dinamizimin içerisinde, öncelikli belirliyici “insan” olmasına rağmen bu süreçlerden elden geldiği kadar koparılmak isteniyor. Birileri geliyor “burası sorunlu” “burayı dönüştüreceğiz” “buraları yıkıyoruz” ya da “siz şuraya taşınacaksınız” diyor. Kimse soru sormuyor.Bu “sorusuz” bu yüzden“sorunsuz” sessizlik hem insanlar hem de karar vericiler tarafından destekleniyor. Kimseye siz burayı nasıl görmek istersiniz sorusu sorulmuyor ama bunun karşısına da talepkar bir argüman nadir çıkıyor.
Mimarlığın egosantrik enerji alanını yıkmak için sadece mimarların, plancıların, karar vericilerin değil, herkesin sorular sorması gerekiyor. Karşılık talep etmemiz, yeni çatlaklar oluşturmamız, alternatifleri ortaya çıkarmamız gerekiyor ki, iktidarın ferah bulvarlarını, kişisel iktidarların ereksiyonu olan niteliksiz gökdelenleri hep beraber tartışıp, eleştirip, üzerine konuşabilelim. En iyi niyetlimiz bile kimi zaman bu ruh halinin egosuna kapılabilip, küçük dağları yaratıp, fırtınalar kopartabiliyoruz. Oysa bunla savaşıp, kendi kendimizi yenip, o ilüzyon balonunu patlatsak, daha güzel bir yarına uyanmaz mıyız?
Yelta Köm – 11.05.2012 – http://nosyopsis.tumblr.com/post/22841756503/yar-n-guzel-bir-sabah-olacak adresinden alınmıştır